Doğa ile bütünleşmenin imkansızlığı üzerine (I)

“Doğa ile bütünleşmenin imkansızlığı üzerine” çok iddialı bir başlık değil mi? İlk kez yüksek lisans tezimi yazarken aklıma düşen bu konu hakkında fikir beyan edebilmek için daha yıllar boyu okuyup araştırmam gerekiyordu aslında. Lakin o idrak ediş seviyesine ve araştırmacı kişiliğe hiçbir zaman eremeyeceğimi fark etmemle birlikte, ya da kabullenmenin ardından, en azından delinin kuyuya taş atması gibi, kavramsal bağlantılara ve felsefi argümantasyonlara girmeden—ki tüm bunlar olmadan anlatacaklarım kurmaca metnin ötesine geçemeyecektir—aklıma takılan bu noktayı kuyu başındakilerle paylaşmak istedim. Gerçi kendimi deli olarak da görmüyorum, zira deli sıfatına ermek için bile önce bilmek gerek, oysaki ben bu aklı başındalığımla ve fakat entelektüel noksanlığımla ne deli ne de bilge olabilirim.

O halde buna hikâye diyelim; hikâyem şu her zaman dile getirilen “doğanın parçası olmak,” “doğa ile bütünleşmek” ve hatta “doğada özünü bulmak” gibi retoriklerin acaba tüm bunlar birer safsata mı, ya da safsata değilse bile ne kadar mümkün diye sorgulanması ile başlıyor. Fakat öncesinde, doğanın ne’liği üzerine dahi bir cevaba varamadığımı anlıyorum. Doğa nedir? Gerçek mi, temsil mi, ideal mi, meta anlatı mı, bir yer mi, iz düşüm mü, ilişki biçimi mi? Düşündükçe doğa denilen şeyin ne kadar soyut, daha doğrusu muğlak olduğunu fark ediyorum. Doğa derken ne kastettiğimiz konusunda hem fikir değiliz. Bu kelimeyi anlayış biçimimizden tutun da içini ne ile doldurduğumuza kadar nerdeyse her boyutun kişiden kişiye değişebileceğini gördükçe “herkesin doğası kendine herhalde” diye geçiştirmekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Derken, çevre ve politika çalışmalarıyla bilinen hukuk profesörü Jedediah Purdy, meselenin kişiden kişiye değişmesinden öte, zamandan zamana farklılaştığını anlatıyor. İlk kez After Nature: A Politics for the Anthropocene[1] kitabı sayesinde kendisinden haberdar olduğum Purdy, doğaya yüklenen anlamın dini, politik ve finansal parametreler eşliğinde nasıl dönüştüğünü gözler önüne serdikçe biraz tatmin oluyorum. Purdy’nin anlattıkları zihin açıcı, zihin açıcı olmasına da, tatminsizliğim sebebi yazarın yaptığı analizin neticede Amerikan tarihi ve Batı kültürü ile sınırlı kalması. Bu da elbette normal ve haklı bir tutum olmakla birlikte, aynı değişkenleri bu topraklarda kullanamayacağımızı bilmek “biz—yani Türkler, ya da Şark cephesinde yaşayanlar—doğayı nasıl tanımlıyoruz” sorusundaki bizin hala muhatapsız kalacağını gösteriyor. Kısaca, benzer bir araştırmayı kendi kültürümüz için de yürütmemiz gerekiyor. Yine de Purdy’nin anlattıkları ile burada olan bitenin birbirinden tamamen farklı olduğunu da söyleyemem.

Şöyle ki Purdy, doğaya yöneltilen ve zamanla değişen dört farklı bakış açısından bahsediyor; providential, romantik (romantic), faydacı (utilitarian) ve ekolojik (ecological). İlki tam olarak nasıl çevrilir emin değilim ama, hani şu “bakir doğa” dediğimiz şeye karşılık geliyor. Yüce bir yaratıcının gücü ve takdiri ile meydana gelen, henüz insan faaliyetlerinin nesnesi olmamış, işbu haliyle de bizim dışımızda bir yerlerde var olagelen doğa bu. İşlenmemiş, elimiz ile kirletilememiş, hatta belki insan bakışına dahi tabi olmamış boş, engin, yüce, vakar sahibi dağları, ormanları, toprakları vs. kapsıyor.[2]

Fakat romantik evrede işler gitgide değişiyor. Öncesinde haşmeti ve bilinmezliği ile bize kokutucu gelen, bizim ötemizde kalan doğa imgesinden, kendisini seyre dalabileceğimiz mest edici bir doğa ile karşı karşıya kalıyoruz. Mesela, dağ yamacına ya da ufak bir tepeye geçip gün batımını izlemek, kırlarda yürüyüşe çıkıp yorulunca yumuşak otların arasında soluklanmak, tabiattaki düzene ve estetiğe övgüler sunan şiirler kaleme almak bu evrenin hadiseleri. Artık bize korku salan bir doğa yok, aksine içimiz ısınıyor[3]. Temaşa anında tüylerimiz diken diken oluyorsa da haşmeti ve güzelliğinden; kalbimiz titriyorsa duyduğumuz hayranlıktan zuhur ediyor tüm bunlar. Purdy, bu evrede doğanın adeta “seküler katedrallere” dönüştüğünü söylüyor (bağlamın Amerika olduğunu unutmayalım). Zira tüm bu tutum ve eyleyişler için doğanın Tanrı tezahürü şeklinde algılamasına gerek yok. Doğaya karşı hayranlık duymak lakin onun yaratısı üzerinden herhangi bir kutsal inşa etmemek, işaretleri görüp kabul etmek ama işaretlerin ardında aşkın bir Tanrı aramamak, romantik doğa severlerin temel niteliklerini meydana getiriyor.

Üçüncü evre (faydacı/utilitarian) doğanın kullanım değeri üzerinden kıymet bulduğu evre. Bu noktada insanlar mecazen değil, hakikaten doğadaki “cevheri” bulup, çıkarıp, işleme kaygısına giriyor. Haliyle doğa bakirliğini yitiriyor; ormanlar kesiliyor[4], toprak parçalanıyor, yaşam alanları dağılıyor, denizler kirletiliyor, madenler aranıyor, göller kuruyor ve daha pek çok faaliyet, doğanın kullanımını talan noktasına getiriyor. Ve son evrede (ekolojik/ecological), insanların korumacı tavra döndüğünü belirtiyor Purdy. Antroposen eleştirisi, doğanın bize değil, bizim doğaya ihtiyacımız olduğu vurgusu üzerinden insanın evrendeki yerini sorgulamaya açarken, derin ekoloji hareketleri bu sefer yalnızca seküler değil, dini-spritüal formları da bünyesine katıp[5], çeşitli sivil toplum hareketlerinin katkısı ile salt doğanın seyrinde kalmayıp, aktivizmi de sürece dahil ediyor.

Kabataslak da olsa aktarmaya çalıştığım farklı doğa tezahürlerinin “doğa ile bütünleşmenin imkansızlığı üzerine” gibi bir başlıkla alakasız kaldığı düşünülebilir. Fakat, ilkin bahsettiğimiz şeyin ne’liğini belirtmeden, o şey ile bütünleşmenin imkanından nasıl dem vuracağız? En basit deyişle mekân nesnenin bulunduğu yer ise eğer ve ben nesnenin varoluşunu tartışmak istiyorsam (tartışmak denirse!), elbette önce mekânın neye benzediğini netleştirmek gerekiyor. Lakin neyden bahsettiğimiz, yani konuyu ilerletebilmek namına “hangi doğayı” baz alacağımız, girişte de belirttiğim gibi yolumuzu akışkan, çok katmanlı bir forma çıkarıyor. Oysaki benim, doğa ile bütünleşmek imkânsız derken, hangi doğadan bahsettiğimi okuyucuya sunmam şart, ya da ben öyle düşünüyorum.

Fakat ne ironi ki politik ekoloji dersi alırken, hocamızın daha ilk seminerde bize koyduğu yasak doğa kelimesini kullanmaktı. Elbette ki bu yasak o kadar da haşin uygulanmadı zira hocamızın derdi doğa üzerine sarf edilecek her sözün ve tanımın aslında bir dikotomiye yol açacağını, böylece mevcut ikilemlerin sürdürülmesine hizmet edecek retoriklerin yeniden ve durmadan kurgulanacağını bize idrak ettirmekti. Üstelik doğanın sınırları, kültür-doğa tartışmasında olageldiği gibi hiçbir zaman tam olarak çizilemedi. Dolayısıyla doğayı ne belli—ve çoğu zaman uzak—bir yere atfedebilir (şehrin dışındaki köy, öte dağın ardı, balta girmemiş orman) ne de onu tam da şu anda bulunduğumuz yerden ayrı tutabilirdik.

Yine de Emma Maris’in TED konuşmasında yaptığı gibi[6], kaldırım kenarındaki çiçekleri ya da arka bahçedeki ağaçları kastederek, “eğer görmeyi bilirsek doğa her yerde mevcut” tavrından sakınacağım. Bahsettiğim doğa bu kadar “basit” değil, şehrin içinde bir parkta vs. hiç değil.  Ben insanlıktan vaz/geçmeden doğa ile bütünleşmenin hasıl olamayacağını, eğer zihinlerimizde dönüp duran o meşhur bütünleşme illaki zuhur edecekse bunun bir tek ölüm yoluyla gerçekleşeceğini, neticede, doğa ile “gerçek” bütünleşmenin önce tinsel ve sonra tensel bir yok oluşu getireceğini iddia edeceğim (ifademin net olmadığının farkındayım. Başlangıçta belirttiğim gibi, bu iddiayı sunmak için daha erken).

Böyle düşünmemde bana referans olan iki durum var—ya da ikiden fazla durum— fakat şu noktada yazının ilk kısmını sonlandırmam gerekiyor. Belki şimdi buraya kadar gelip “iyi de daha asıl mevzuya girmedin” diye bana kızanlar olabilir, lakin hal budur. "Doğa ile bütünleşmenin imkansızlığı üzerine (II)" başlığını atıp da devamını getirmeye ve asıl argümanımı sunmaya ne zaman cesaret ederim bilemiyorum. Yine de buraya kadar anlattıklarım umarım birilerinin kulağına ve zihnine ulaşmıştır.

Yoksa kuyu başında kimse yok mu?

image credit: Paul Bond



[1] Purdy, J. (2015). After Nature: A politics for the anthropocene. Harward University Press.

[2] İlerleyen zamanda kolonyal tarih, bu “boş” ve insana henüz sır gibi duran toprakların “yeni dünyaları keşfetme” yolunda nasıl bir arzu nesnesi haline geldiğini gösterecek bize. Elbette bu alanda literatür engin ve derin, fakat ben mevzuyu popüler bir film olan Interstellar üzerinden okuyan şu yazıyı ayrıca seviyorum, bknz: Zeybek, S. O. (2014). Yıldızlararası (Interstellar): Yeni Dünya’nın kâşifi olmak. https://yesilgazete.org/yildizlararasi-interstellar-yeni-dunyanin-kasifi-olmak-sezai-ozan-zeybek/

[3] Bu pasajda yaşanan değişimi aktarıyorum. Cümlelerim Purdy'nin ya da benim romantik doğa tasavvurunu olumladığı yönünde değerlendirilmemeli.

[4] Doğanın yaşam alanı olmaktan çıkıp, ulus-devlet nezdinde birer hammadde rezervine dönüşmesinde, kontrol mekanizmasını kolaylaştıran ölçüm araçlarının gelişmesinin büyük payı var. Örneğin, karmaşık yaşam ağlarının yok sayılıp, ormanın yalnızca birer rakama/gelire indirgenmesini konu edinen şu bölüm muhakkak okunmalı: Scott, J. C. (2008). Doğa ve Uzam. Devlet Gibi Görmek: İnsanlık durumunu geliştirmeye yönelik projeler nasıl başarısız oldu (s. 27-95). Versus Kitap.

[5] İbrahimi ya da çok tanrılı “klasik dinlerin” doğa ile ilişkisini zikreden kaynaklar sayamayacak kadar çok. Bir de İbrahimi bir dini baz almayıp da doğanın varlığına kutsallık atfederek, içinde yaşanılan dünya ile bağ kurma ve evreni anlamlandırma çabası sonucu ortaya konan “yeşil dinler” var. Bu din ve inanışların praksisini inceleyen sıkı bir kaynak için bknz: Taylor, B. (2010). Dark green religion: nature, spirituality, and planetary future. University of California Press.

[6] Maris, E. (Haziran, 2016). Nature is everywhere—we just need to learn to see it. https://www.ted.com/talks/emma_marris_nature_is_everywhere_we_just_need_to_learn_to_see_it

Yorumlar

  1. Çok güzeldi 💓 Benim de üzerinde düşündüğüm, aklımın köşesinde biryerlerde hep duran bir soruydu. Delilik ve bilgelikle alakalı söylediklerinizi de üzerime alınmadım değil hani... Ama benim entelektüel birikimim sizinkinin yanında hicbirsey. Yazıyı okurken biryandan da bunu düşündüm. Çünkü daha kendi fikirleriniz olduğu sohbete yakın bir metin beklerken Jedediah Purdy vs diye devam edince biran durakladım. Bu ismi de ilk defa sizden duydum (işte cahilliklerim...) Benim de halihazırda okuduğum bölüm hukuk olunca ilgimi çekti, araştırmaya karar verdim bakalım... Bu arada bir bloğunuz olduğunu da yeni farkettim (maalesef :( ) diğer yazılarıniza da göz atmak için heyecanlıyım. Twitter'da sizi aktif takip ediyorum ve seviyorum da sizi. Böyle işte. Kuyudan yukarıya.. ulaştı mı acaba? Ayrıca taş atarken dikkat edin canım,bir gün beni yaralayacaksınız!🎃 Bu arada ben Kaygusuz Matiz ,bu çiçek de sizin için 💐

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yorumunuzu ve çiçeklerinizi aldım, sağ olun. Blogu yıllar önce açmış ama pek ilgilenmemiştim. Şimdi tekrar yazma niyeti ile buradayım, yeni döndüm, fark etmemeniz tuhaf değil yani :) İyi okumalar dilerim.

      Sil
  2. Deli ve akıllıyı kimse almıyorsa ben de o taş olayım. Tabi taş derken doğa ile bütünleşmenin mümkünlüğü var üzerimde. Böyle varoluşsal kaygılarım da yok çünkü tin tarafından azadeyim. Ancak bir taş olarak sabitlikten bahis açabilirim. Kendi yapısal coğrafyamda varım. Bana şekil, cins ve yer yurt veren burası. İnsanlarda böyleydi fakat sanayi ve bilişsel bilimle -çok geniş oldu ama- artık doğa tasavvurunu değiştirdi. En derin yerden en yüksek dağada çıkabiliyor hatta yerin altını üstüne getiriyor. Doğa ile bütünleşmek onu elde etmeyle sonuçlanmış oldu. Romantikleri azade edemeyiz elbette onlarda arzulattı.
    Dediğiniz gibi ölüm sabitliktir, taş olmaktır.

    Not: Taş olup bu yazı için atılası geliyor insanın. Devamını bekliyoruz..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim. Yorumların paylaşılması mutlu ediyor. Özellikle böylesi bir yazı için. Çünkü bu herkes için zor geçen günlerin arasında "pek okunmaz herhalde" diye düşünmüştüm. Öyle değilmiş. Devamını getirmeyi ben de istiyorum. Yazacağım da zaten, ama ne zaman.. :)

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aware

Kurbağa ve Yağmur カエルと雨

Yağmura Yenilmeden